19.10.05

Üşür Ölüm Bile

O gece uyuyamamış olmanın verdiği bir mahmurluk vardı gözlerimizde. Sabah erkenden yola çıktığımızda henüz bomboştu yollar. Bir Nisan sabahının olabileceği kadar soğuk, bir Salı sabahının olması gerektiği kadar erken uyanmıştı şehir. Dün geceden boş kalan yatağımaydı bu sabah yolculuğum. Annem ve babamın ısrarla uzanmamı istediği benim de çıkarmadığım ayakkabılarımla ucuna oturduğum soğuk görünüşlü yatağıma...

Birazdan almaya geleceklerdi beni, zaman çabucak geçiyordu. İnadına geçmeyen zaman, bu an, bu dakikalar peş peşe dizilip hiç oluyordu. Annemin gözünde hüzün, elinde bir telaş, babamın dudaklarındaki kıpırtı duyamayacağım kadar sessiz, anlayabileceğim kadar belirgindi. Dua edip yardım diliyordu besbelli. Madem dileyecek, isteyecek tek merci vardı, ona anlatıyordu istediğini.

Bir salı günüydü, bir dosya memuru edasıyla yeşil ünüformalı normalden fazlaca iri bir adam yaklaştı elinde tekerlekli sandalye ile. Çok hızlı hareket ediyordu. Bir dosya memurunun ilk seferi gibiydi. İşe gelmiş, çayını içmiş ve işine koyulmuş hali vardı. Yaptığı işten memnunsuz gibi değildi. Dev cüssesiyle tekerlekli sandalyeyi itiyordu. Şimdiki görevi ise beni alıp götürmekti. Bana giymem için giyisiler uzattı. Keten kumaştan yeşil bir elbiseydi bu, bir de bone vardı. İtiraz etmeden giyindim ve kafama boneyi geçirdim, acelece sandalyeye oturdum. Annem ve babama sarılmadan, vedalaşmadan...

Peşimden yürüdüler bir süre, hatta babam gelmek istedi, iri cüsseli adam izin vermedi. Beni asansöre bindirip -3. kata götürdü. Kendiliğinden açılan sensörlü dev bir kapıdan geçtik. Sonra ilerde bir kapı daha aralandı. İnanılmaz soğuk geliyordu, dişleri bırak omuzları titreten bir soğuk vardı içerde. Başka bir boyuttu burası kesinlikle, dünya üzerinde böyle bir yer yok! İri cüsseli adam, benim olduğunu söylediği gri kartondan dosayı elime tutuşturdu ve tekerlekli sandalyeyi de alıp gitti. İçeri girdim... Burada sabah çoktan olmuştu, içeriyi güçlü florasanlar aydınlatıyordu, belli ki zaman mevhumu yoktu. Yüzünün ortasına mükemmel bir gülümseme kondurmuş bir adam karşıladı önce. Adımı sordu ve ardından da ismimle hitap etmeye başladı sanki kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi. Burada da herkes yeşil üniformalar giymişti, güzünde neşeli gülücükler olan kadınlar, yeşil kıyafetlerinin altına beyaz ya da lacivert terlikler giymiş adamlar. Benim giysime benzer giyisiler giyen bir sürü yaşlı teyze ve amca...

Beni beklemem için geniş bir salona aldılar, sıra bende değildi. Bekleme salonunda yaşlı ve sevimli birkaç teyzeyle oturduk. Birbirlerini daha önceden tanıyormuş gibi sohbet ediyorlardı. Arada beni de katmaya çalıştılar. Ben titriyordum soğuktan, kendimi koltuğa yaslamış, dizlerimi birleştirmiş ısınmaya çalışıyordum. Sadece sorularına cevap verebildim. Son derece pozitif bir atmosfer vardı ve kayıtsız kalamıyor, sürekli gülümsüyordum. Ya yeşilin verdiği sadelik ya da masumiyetin, bilmiyorum ama yüzüm bir ampul gibi aydınlıktı. Burdaki herkes sanki öyleydi. Giysilerin koyu renlerinden arınmış açık yeşil bonelerle bir çocuk yatakhanesindeymişiz izlenimi veriyorduk.

İsmimle hitab eden biri geldi. Beni beklediklerini söyledi. İçeri girdim. Projektör sanılabilecek kadar büyük spotlarla aydınlatılmış masalar vardı. Herbirinde bir kurban ve çevresinde 10'a yakın yeşil giysili ağızları maskeli adamlar vardı. Benim girdiğim odada iki masa diğerinde bir kurban vardı. Girip oturdum kendiminkine, benimle ilgilenen 3-4 kişi vardı ama orda olacağını söyleyen temiz yüzlü, güven veren adam henüz gelmemişti. O gelene kadar hazırlık yapacaklarını söylediler. Anlayamadığım birkaç şeyden sonra temiz yüzlü adam geldi. Çok karizmatik bir havası vardı, o da yeşil kıyafetlerden giyinmişti. Daha önce tanışmıştık onunla, hatta buraya onunla buluşmak için girmiştim. O da söz verdiği saatte gelmişti. Beni o kılıkta görünce gülümsedi. Ben de aynı şekilde. Üstelik yüzünde maske vardı, tanımakta güçlük çekmiştim, gülümsediğini gözlerinden anlayabiliyordum. Nasıl hissettiğimi sordu, "üşüyorum" dedim. "Öksürüğün nasıl oldu?" dedi, "devam ediyor" dedim. "Çok kötü oldu o yaa" dedi. Sonra başladı açıklamalar yapmaya, ordaki herşeyi ve neler olacağını anlatmaya, sadece kafamı sallayarak evetledim söylediklerini, itiraz etme seçeneğim yoktu ve güven duyduğumdan itiraz etmeyi de aklımdan geçirmemiştim. Onu dinlerken titremeye devam ediyordum, sanki müthiş bir esinti vardı ya da burası bir buz dolabıydı. Giydiğim keten elbisenin içinde titrek dal gibi büzüşüp kalmıştım. "Çok üşüyorum" diye yineledim"Tamam" dedi iyi yüzlü adam, yanındakilere "üşütmeyin onu" dedi ve koyu yeşil son derece kalın üzerinde buzluktan çıkmış izlenimi veren çiğ tutmuş görünümü olan yeşil bir örtüyü sadece kafam açıkta kalacak şekilde üzerime örttüler. İyi yüzlü adam başımın altına gelirken yanında getirdiği yastığı koydu. Şimdi tam bir kurban izlenimi vermiştim ama nihayet ısınmıştım. Etrafım yeşil giysili bu adamlarla sarılmış üzerimde kocaman spotlar, monitörler ve içerde yaklaşık 20 kişi vardı.

İnce bir neşter darbesiyle acıtmadan, uyuşturmadan kestiler tenimi. Göremiyordum, konuşuyordum ama görmüyordum olan biteni, sadece hissediyordum. "Acıyor mu?" dedi iyi yüzlü, iyi yürekli, karizmatik adam. "Hayır acımıyor, bu acı gibi değil ağrı gibi..." dedim. "Acıdığında haber ver" dedi. "Tamam" dedim. Acısız ağladım bir süre. Yutkunduğumu farketti iyi yüzlü adam. "Ağlama" dedi, "...geçecek hepsi, çok az kaldı."

2,5 saat geçti duvardaki saate göre, bana göre ise bir ömürdü geçen. Bunaydı ya incecik dökülen yaş gözlerimden. Bir veda özlemine kapıldı o an yüreğim. Annemin elleri, babamın kıpırdayan dudakları. Beni yolculayan aceleci ayaklar. burdan çıkabilir miyim? Burdan yolculuğum nereye? Bu ruh bu bedende esaretini ne zaman sona erdirecek?

Sessizliği delen hıçkırığımı yutmaya çalışırken iyi yüzlü adam "buldum onu" dedi. Bir kaç makas darbesiysi ağrı şeklinde hissettiğim. "Tamam..." dedi iyi yüzlü adam, "...çıkardım kalbini!"